1990’ların başında, Londra’nın batısında bir okulda çalışıyordum, aynı zamanda da danışmanlık yapmaya devam ediyordum. Birlikte çalıştığım çocuklar farklı ailelerden geliyorlardı; kimi İngiliz’di kimi göçmendi, kimi alt ve orta sınıfa mensupken kimisi de çok varlıklı ailelerin çocuklarıydı. Bu çocuklardan bazıları anne, babalarına, arkadaşlarına ve yaşadıkları ortama karşı aşırı kontrollüydü. Uyku ve yemek en yaygın kontrol konularıydı; birkaç yiyecek dışında hiçbir şey yemiyor veya gece yarısına kadar ayakta kalıyorlardı. Hemen öfkeleniyorlar, genellikle patlıyorlardı ve aileler bunun nedenini açıklayamıyorlardı. Bu çocukların çok sinirli olduklarını da fark ettim. Çabucak irkiliyorlar ve sonra da sakinleşmekte zorlanıyorlardı.
Okuldaki yeni materyeller, hayatlarına giren yeni insanlar veya düzenli yaptıkları aktivitelerdeki değişiklikler gibi yeni durumlar karşısında çekingen davranıyorlardı. Ailesiyle birlikte tatile çıkmayı reddeden bir erkek çocuk hatırlıyorum.Daha önce gitmediği bir yeri görmek fikri onu dehşete düşürmüştü.
Okuldaki yeni materyeller, hayatlarına giren yeni insanlar veya düzenli yaptıkları aktivitelerdeki değişiklikler gibi yeni durumlar karşısında çekingen davranıyorlardı. Ailesiyle birlikte tatile çıkmayı reddeden bir erkek çocuk hatırlıyorum.Daha önce gitmediği bir yeri görmek fikri onu dehşete düşürmüştü.
Savaş ve doğal afet gibi toplumsal olaylardan sonra gelişen travma sonrası stres bozukluğu, kurbanlarının hayatlarını büyük ölçüde sarsar. Son 20 yılda çalışmalarım sırasında savaşın yıktığı pek çok yere gittim. Afrika, İsrail, ve Kuzey İrlanda’ya Doğu Bloku’nun çöküşünün hemen sonrasında Macaristan ve Rusya’ya. İngiltere’nin bu varlıklı bölgesinde “savaş nedeniyle mahvolmuş” çocuklar bulmayı beklemiyordum ama gördüğüm kesinlikle buydu. Her biri farklı bir sosyal sınıftan gelen bu çocukların sorunlu davranışlarındaki benzerlikler ilk başlarda beni çok şaşırttı. Yaşadığım birçok klinik deja vu hadisesinden sonra içgüdülerimi göz ardı edemezdim. Çocukları semptomlarından ve davranışlarından emin bir şekilde, bu durumun ardındaki nedenlere gittikçe daha fazla ikna olmaya başladım. Onları daha yakından tanıdıkça, her iki örnekte de, çocukluk döneminin kutsallığının ihlal edildiğini fark ettim. Yetişkinlerin hayatları, bu çocukların hayatlarını kontrolsüz bir biçimde etkiliyordu. Anne babalarının korkularına, güdülerine, tutkularına ve hızlı yaşamlarına maruz kalan çocuklar, pek de işe yaramayan birtakım davranışlarla bir güvenlik seviyesi ve sınır yaratmaya çalışıyorlardı. Maalesef bu çocuklar da başka tür bir savaşın acısını yaşıyorlardı; çocukluk dönemine karşı sessizce yürütülen bir savaş.
Lütfen burada , hayatın bir parçası olan belirli bir stres seviyesi hakkında konuştuğumu sanmayın. Çocuklar için stresin asla var olmaması gerektiğini söylemiyorum; vardır ve olmalıdır da. Çocuklar da hayal kırıklıkları, hastalıklar, üzüntüler ve kayıplar yaşarlar. Onların hayatları stresten arınmamıştır ve çocukluk dönemi de her iri birbirinden güzel “gökkuşağı gibi anılarla “dolu değildir. Hayal dünyası süper kahramanlarla dolu olan bir çocuk, arka bahçedeki ağaçtan düşüp de aslında uçamadığını fark ettiğini bir hayal edin. Kırılan kolu çok ağrır, koluna bakmak bile onu korkutur, panik içerisinde acil servise gitmek de çabası. Çocukluk döneminde yaşanan bu tür kazalar çok büyük stres kaynağıdır. Ama ertesi gün bu olay, ailece yaşanan bir hikaye şeklinde anlatıldığında şekil değiştirir.
Travma sonrası stres seviyesi, çocukların günlük hayatlarında yaşadıkları stresten çok farklıdır. Günlük hayatta bir çocuğun ruh hali inişli çıkışlıdır; stres bir tür ağırlık görevi yapar ve ortadan kalktığında da çocuk dengesine kavuşur. Yaralanan bir diz, ir arkadaş ile yaşanan tartışma, grip gibi “armağanlar” çocuğun direncini arttırır ve kendi becerilerinin farkına varmasını sağlar. Bu tür normal stresler “gerekli dirence” örnektir. Çocuklar da dahil olmak üzere hepimizin hayatta dirençle karşılaşıp bunu anlamamız , bununla baş edebilmemiz ve hayata devam etmemiz gerekir. Bu tür stresler endişe yaratabilir, ama bununla baş edebilecek ve hayatımıza devam edebilecek becerilere ve desteğe sahip olduğumuzu bilirsek, bize zarar vermez. Çok büyük stres ya da atlatılamayacak kadar sabit stres zarar verir. Becerilerimi be stresle baş etmeye yetmezse, bunu anlayamayız veya atlatamayız; sonunda da stres tepkilerinin yinelendiği bir döngüye gireriz.
Travma sonrası stres bir olayın şiddetiyle değil, küçük streslerin devamlılığı ve sıklığıyla nitelenebilir. Stresin birikmesi bu çocukların ruh hali ve davranışlarını nasıl etkiliyordu? Ben, küçük streslerin birikerek zihinsel, duygusal ve fiziksel açıdan çocukların direnç gösterme becerilerini etkilediğini anladım . Belirli bir sükunet ortamında, değişimler karşısında güven duyabilmeleri engelleniyordu. Ellerindeki herhangi bir nesne veya iş bir yana, hiçbir şeye odaklanamıyorlardı. Bu tür stresler çocukluk dönemine odaklanmayı veya bu “görevi”, yani benlik duygusunu ortaya çıkarmayı ve geliştirmeyi engeller.
İnsanlar bu kadar çok stresi artık günlük hayatın bir parçası olarak kabul ediyorlar. Bu hayat çocuklarımızı da kapsıyor ve maalesef biz yetişkinlerin günlük hayatı çocuklarımızınkini de etkiliyor .Çok fazla görev içeren, karmaşık, bilgi yüklü, zaman baskısı yaratan bir günlük hayata gömülüyoruz.
Daha Sade Bir Hayat
KİM JOHN PAYNE,LİSA M.ROSS
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder